Biz öyle bir milletiz ki, hakkımızı ararken bile mahcup oluruz.
Sesimizi yükseltmemiz gerekince utanır, haksızlığa uğrayınca “aman boşver” deriz.
Sonra da dönüp birbirimize sorarız: “Neden bu haldeyiz?”
Cevabı basit ama acı: Hakkımızı aramasını bilmiyoruz.
Hakkını aramak bizde çoğu zaman yanlış anlaşılır.
Hakkını arayan adama “kavgacı”, “huzursuzluk çıkaran” deriz.
Susup sineye çeken daha “efendi” görünür.
Bir haksızlık karşısında ayağa kalkmak değil, başını eğmek meziyet sayılır.
Böyle olunca da hakkı yenen susar, haksız olan ise sahnenin ortasında alkışlanır.
Bir de şu var:
Bazen hakkımızı aramaya kalkarız ama o kadar yanlış yöntemlerle, o kadar hoyratça yaparız ki, haklıyken haksız duruma düşeriz.
Yani hem hakkımız gider, hem de bir güzel azar işitiriz.
Kısacası; biz ne haklı olmayı becerebiliyoruz, ne de hakkımızı savunmayı.
Aslında bizim sorunumuz, “hak” kavramını içselleştirememek.
Bir başkasının hakkını çiğnemek umurumuzda değil, kendi hakkımızı savunmak ise utanç vesilesi.
Toplum olarak vicdan terazimizi bir yerlere düşürmüşüz de kimse eğilip almaya niyetli değil.
“Hakkımı helal etmem” deriz çok kolayca ama çoğu zaman neyi helal ettiğimizi, neye kızdığımızı bile bilmeyiz.
Bazen de hakkımızı aramayı sandıkta, sloganda, sosyal medyada sanıyoruz.
Bir iki cümle yazınca, bir iki tweet atınca, vicdan borcumuzu ödediğimizi sanıyoruz.
Oysa hak dediğin, sesini duyan bir kulak ister, yürek ister, cesaret ister.
Sadece “hakkım” demekle hak kazanılmıyor; emekle, dirençle, akılla savunuluyor.
Belki de asıl meselemiz şu:
Biz hakkı istemeyi değil, dilenmeyi öğrenmişiz.
“Bize de biraz versinler.”
“Bize de sıra gelsin.”
“Bize de bir pay düşsün.”
Hakkını almak için değil, lütuf beklemek için kuyruğa girmiş bir topluma dönüştürülmüşüz.
Oysa hak; kimsenin bahşettiği bir şey değildir.
Hak; kimsenin ikramı değil, alın terinin, emeğin, adaletin karşılığıdır.
Bir toplum hakkını savunmadıkça, yönetenler de sorumluluk hissetmez, adalet de yerini bulmaz.
Çünkü unutmayalım: Hak verilmez, alınır.
Ama almak için önce neye hakkımız olduğunu bilmemiz gerekir.
Biz hâlâ o bilincin uzağındayız.
Bize haksızlık edildiğinde “kısmet” diyoruz,
hakkımız yenildiğinde “takdir-i ilahi”ye sığınıyoruz.
Oysa ilahi olan kader, insan eliyle yapılan haksızlığı değil,
insanın susarak o haksızlığa razı oluşunu cezalandırır.
Kısacası, biz hakkımızı aramayı bilmiyoruz.
Belki de unuttuk.
Belki de öğretmediler.
Ama bir gün öğrenmek zorunda kalacağız.
Çünkü susarak yaşamak, hakkını savunmaktan daha ucuz ama çok daha pahalı bir bedel ister.